
59R
Nihayet yapacak başka bir şey kalmadığına ikna olup yataktan kalkıyordu.
O gün de işe gidecekti.
Elinde aslında kâğıt falan yoktu. Bu, kendi kendine oynadığı bir oyundu. Otobüs durağında bineceği otobüsün gelmesini beklerken, her seferinde geç kaldığı işini düşünmemek için oyunda kötü bir el dağıtılmış gibi yaparak vakit geçiriyordu. Bu sabah işe diğer günlerde geç kaldığından çok daha fazla geç kalmıştı. Oyuna dikkatini veremiyordu. Hangi kâğıdı atacağına tam karar verir gibi oluyordu ki gözü saatine kayıyordu. Müdürün asık suratı, ofistekilerin gelip geçerken baktıkları boş sandalyesi, birinin diğerine “Rıfat hasta mı acaba bugün,” diye soruşu, ellerindeki çay bardakları, bir yandan ekrana bakıp bir yandan ısırdıkları margarinli açmalardan klavyelerine dökülen kırıklar, masasına birilerinin bırakıp gittiği kâğıtların büyüttüğü tomar, kapalı bilgisayarın simsiyah ekranı gözünün önüne gelip duruyordu. Masasına oturup gözlüklerini taktığı an, ne yöne gideceğini şaşırıp tamamen yön duygusunu kaybetmiş gibi görünen hayatı yoluna girecek; bir yere takılı kaldığı için bir türlü ilerleyemeyen zaman, akmaya devam edecekti.
Oysa bir türlü beklediği otobüs gelmiyordu.
Elindeki kâğıtlara dikkatlice baktı.
Sonra da saatine. Yelkovan dikkatli bir adım daha atıp dokuzu kırk dokuz geçti. Deri kayışın kopçasını açıp, saati kolundan çıkardı. Diğer elinin avuç içini, saati çıkardığı elinin bileğinde kalan boşluğun üzerinde gezdirdi. Uzun zamandır aynı yerde asılı duran bir tabloyu indirince duvarda ortaya çıkan farklı renkli boşluk gibiydi. Daha yumuşak ve daha pürüzsüz. Kolunda ve içinde teraziyle tartılamayacak bir hafiflik hissetti. Saati ceketinin mendil cebine koydu. Kalbi saatin saniyesiyle aynı ritimde atıyordu. Birkaç dakika geçmişti ki kaç dakika geçtiğini takip edemiyor olma hissinden rahatsız oldu. Saati cebinden çıkarıp gömleğinin ucuyla camını sildi. Tekrar koluna taktı. Boşluk kapandı. Akrep tüm gücüyle zamana sapladı kuyruğunu. Saatin eskiyen kayışını değiştirmeyi haftalardır erteliyordu.
Geç kalmaktan nefret ediyordu. Düşüncesinden bile.
O yüzden de daha plan yaparken bir yerde olması gereken saatten çok daha önce orada olmayı tasarlıyordu. “Servis Bekletilmez Beklenir” yazısı yapıştırılmış minibüsün sokağa girdiğini gördüğü zamanlardan kalma bir endişe içine yuva yapmıştı. Doğum günlerine, iş yemeklerine, nikâhlara, sinemaya, hava alanlarına, istasyonlara, keman derslerine, pide almak için fırına bile hep vaktinden önce giderdi. Yani gitmeyi isterdi ve gitmek için de çabalardı. Gelin görün ki bir yerlerde bir şeyler ayağı tökezleyip yere yüzüstü kapaklanıyor ve bir türlü ayağa kalkıp yoluna devam edemiyordu.
Mesela sabahları evden yedi kırk beşte çıkmayı planlıyordu. Bunun için de altıda uyanıyordu. Çoğunlukla daha gün doğmadan, karanlık evin içinde ritmik bir melodi duyuluyordu. Alarmı ertelemiyordu. Sessizliğin içinde, yatakta uzanıp henüz uyanmamış zihni ve bomboş gözleriyle bir süre tavanı izliyordu. İstiyordu ki, o sabah aklına birdenbire müthiş bir fikir gelmiş olsun ve yağmurda durakta otobüs beklemesine, işe gitmesine, öğlen o geri zekâlılarla aynı masada kıymalı bezelye ve bulgur pilavı yemesine, sigara molalarında müdürün bir şey demeden attığı sefil bakışlarına tahammül etmesine, uzayan işler yüzünden eve karanlıkta dönmesine, erken yatmak için izlediği filmi yarıda bırakıp uyumasına gerek kalmasın. Pazar geceleri ayağının altına bir ciklet gibi yapışıp, sinemadan eve dönerken yürüdüğü kaldırım sonsuza uzanan bir sırat köprüsüne dönüşmesin. Korkunç bir felaket olmuş olsun mesela o sabah. Meteor düşsün, bütün yollar kapatılsın, sokağa çıkma yasağı ilan edilsin. Birkaç kez sağa sola döndükten sonra kendisine son bir şans veriyor ve gözlerine sıkıca kapatıp içinden yüze kadar sayıyordu. Nihayet yapacak başka bir şey kalmadığına ikna olup yataktan kalkıyordu. O gün de işe gidecekti.
Kahvaltı da etmediğinden sabahları onca zaman evde ne yaptığını anlamak zordu. Çocukluğunda da böyleydi. Zamanın onunla oyun oynadığını çok uzun zaman önce anlamıştı. Zaman, evde ayağında terliklerle banyodan yatak odasına, salondan mutfağa dolaşıp dururken bir şekilde hızlanıyordu. Tıraş olurken aynaya yaklaşıp sağ göz kapağında arpacık gibi duran şişkinliğe bakmaya başladıktan hemen sonra nasıl oluyorsa on beş dakika geçmiş oluyordu. Saçlarını kurutması, sağdan ayırıp taraması, ayağına topuk kremini sürmesi, salondaki avizenin ışığını yakıp elindeki çorapların lacivert mi yoksa siyah mı olduğunu anlaması, gömleğine uygun kravatı seçmesi derken susuyordu. Sürahiyi almak için buzdolabını açtığında burnuna her seferinde tuhaf bir koku geliyordu. Kokunun nereden geldiğini çözmek için raflardaki sebzelere, yarım reçel kavanozlarına, yumurta gözünde duran yarım limonlara, turşu bidonlarına göz atıyordu. Mutfaktan elinde su bardağıyla çıktığında koridordaki saate bakıyor ve şaşkınlık içinde bir kez de kolundaki saatten zamanı kontrol ediyordu. Ağzından alışıldık bir küfür çıkıyordu. Ayakkabılarını nasıl giydiğini bilemeden koşar adım evden çıkıyordu.
Sokaktan geçerken kapısının önünde duran fırıncıya şöyle bir kafasıyla selam veriyordu. Ayakları Arnavut kaldırımlarına bata çıka, nefes nefese yürüyordu. Durağa vardığı an bazı otobüsler durağa yanaşmış yolcu alıyor, bazıları da kapılarını kapatıp sola sinyal vermiş oluyordu. Otobüslerin üstlerindeki ışıklı hat numaralarını hızlıca kontrol ediyordu. Yok. Biri bile onun gittiği istikamete gitmiyordu. Caminin arkasındaki o sokakta, yağmurda, karda, sıcak yaz sabahlarında duraktaki herkes otobüslerine bindikten sonra, en son, onun beklediği otobüs geliyordu. Alışmıştı bu duruma. Belki de o kadar alışmıştı ki nasılsa onun otobüsü değildir diye durağın tam önüne park etmiş Doblo’nun arkasında bekleyen otobüsü fark edemiyordu. Gözlerinin numarası ilerlemesine rağmen ısrarla doktora gitmediğinden, gözlerini kısıp baktığında 59R yazan tabelayı ayırt edemiyor da olabilirdi. Kare as diye sevinirken duraktaki kalabalığın neyin önünde sıra olup birden ortadan yok olduğunu anlayamıyordu belki. Hepsi mümkündü. Belki de hiçbiri değildi. Belki bilinçli olarak, gelen otobüse bakıyor, binmesi gerektiğini anlıyor ama o an ne oluyorsa, binmiyordu. İçindeki şeytan onu ayakları yere mıhlanmış gibi öylece durduğu yerde durmaya ikna ediyordu.
Saate baktıkça içi sıkılıyordu. Ah, tam da toplantı olan günde nasıl geç kaldım, diyordu içinden. Bu kadar geç kalırken hiçbir şey yapmadan, olduğu yerde öylece dikilmeyi tuhaf buluyordu. Ama ne yapsındı, onca yolu koşarak gidecek hâli yoktu. O da kendi kendine işte diyordu, bu el kâğıtlar kötü dağıtıldı, ama olsun, oyun devam edecek. İçindeki iyimsere kendisi de hayret ederek boşalan banka oturuyordu. O sırada tuhaf bir yağmur başlıyordu. Önce yavaş yavaş çiseliyordu. Yağdığını bir tek caminin bahçesinde tüneyen kumrular anlayıp kanatlarını başlarının üstlerine örtüyorlardı. Sokak kedileri saklanacak bir kuytu bulamadan damlalar iri çakıl taşları kadar büyüyorlardı. İnsanlar dükkânların saçaklarına sığınıyorlardı yan yana. Bizimki durağın iç tarafına doğru iyice sokuluyordu. Sıçrayan sular ayakkabılarının uçlarına değiyordu. Kaldırımın önü giderek bir gölete dönüşüyordu. Yağmur suları koca yolda gidecek delik bulamıyorlardı.
Birikiyorlardı.
Zaman bendini yıkmış bir akarsu gibi akmaya devam ediyordu.