%202.png)
Boşluk
Rüyamda polisler oteli basmışlar, tüm odalarda beni arıyorlar.
Yokum.
Yokum tabii, orası besbelli.
Yanlarında kocam da var. Üzerinde kahverengi, ceketinin yakaları eprimiş, pantolonu belinden düşen bir takım elbise. En son gördüğüm hâlinden en az on beş kilo daha zayıf, on beş yaş daha yaşlı. Gözlüklerini düzeltiyor ikide bir. Camlarını yeterince parlatır ya da düzeltirse beni kimsenin göremediği bir yerde buluverecekmiş gibi iki dakikada bir gözlüklerini gözünden alıp cebinden çıkardığı bezle siliyor. Polisler yatakların altına, dolapların içine, banyo küvetlerine bakarken yüzünde korku ve tedirginlikle bir köşede durup bekliyor. Bu adamla senelerce aynı yatakta uyudum, diyorum. Yüzünü sildiği havluya yüzümü sildim. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen kış akşamlarında elma soyup, yedirdim. Kendimi soyup koynuna girdim. İşte bu adamla bir atımlık mutluluk denememi gerçekleştirdim. Gel gör ki sevemedim. İlk gördüğüm zaman da sevmedim onu. Öyle birden hayatımın anlamını bulmuş gibi olmadım. Yıllar geçti, birbirimize alışmanın rahatlığı sardı ama yine de sevemedim. Sevmediğin biriyle mi evlendin, diye siz de sorabilirsiniz. Kınayabilirsiniz beni. Siz de içimdeki ses kadar gaddar ve kaba olabilirsiniz. Hem soru sormak her zaman cevap vermekten kolaydır. Sizi onu geçiştirdiğim gibi yo, hayır, ne münasebet deyip, kestirip atmayacağım. Sorular etrafı sarıp sizi boğacak gibi olduğunda, durup düşünmek icap eder.
Doğrusu, seneler geçtikçe aklımda bazı anılar bulanıklaştı. Onu ilk gördüğüm zamanı da diğer her şeyi unuttuğum gibi unutmuş olmayı dilerdim. Bazı anıların silinirken bazılarının zamanın incecik tozunda kendini iyice parlatıp, tamamen unutulmaz hâle gelmesi basbayağı acımasızlık. Saçma bir rüyanın içinde olduğuma göre, madem siz de merak edip sordunuz, biraz hafızamı zorlasam, o günü hatırlayabilirim.
Alelade bir salı günüydü. Bana denilenleri, her gün yaptığım sırayla yapıyordum. Liste kafama kazınmıştı. Uyan,
çayın suyunu koy, yumurtaları haşla, domatesleri doğra, kahvaltı edilirken arka odada sessizce, yeni yıkanmış çarşafları ve gömlekleri ütüle, çorapları katla, arada bir masaya gidip bir bardak daha çay ister misiniz, diye sor, kahve pişir, toz al, tekrar kahve pişir, fasulye ayıkla, soğan doğra, kalkıp sokağa çık, manava git, kasaba git, postaneye git, dik yokuşu elindeki poşetlerle tırman, pirinç ısla, sofraya örtüsünü ser, kapıya bak, beş çayı demlenmedi mi hâlâ, demle, fırından böreği çıkar, kabakları oy, kıymayı kavur, sofrayı topla, kahve pişir, elma soy, uyu.
Hanımın o gün başı tutmuştu. Camları arkalarına kadar açıp bütün evi baştan sona havalandırdım. Vakit öğleni geçmişti. Evde benden başka kimse kalmamıştı. Kapat şu odanın da kapısını, demişti bana, biraz uzanmak istiyorum. Yatak odasının kapısını çekerken, ben çarşıya gidiyorum o zaman, alışverişi halledeyim, demiştim. Karanlık ve sessiz odanın içinde yalnızca hafifçe nefes alıp verişi duyuluyordu. Sessizlik evet demek oluyordu. Son anda, aktardan melisa çayı alıver, geçen defa biraz hafifletmişti başımın ağrısını, bir de çubuk tarçın, diye tembihledi. Yokuşu hızlıca iner- ken havanın o gün pırıl pırıl olduğunu, sokağın denize bağlandığı kıyıda bebek arabalı kadınları, bisiklete binen genç kızları, banklarda oturan şapkalı ihtiyarları gördüğümü ve sırtımın hafifçe terlediğini bu yüzden de kabanımın önünü açtığımı hatırlıyorum. Erken gelen bahar sokaklara dolmuştu. Bu, anlık ve anlamsız neşe aklımı karıştırdığından alacaklarıma göz atmak için evden çıkmadan önce hazırladığım listeyi cebimden çıkarıp bakmaya ihtiyaç duymuştum.
Kasabın kapısından girerken nasıl olduysa hanidir silinmemiş ve içeride yanan tüplü katalitiğin sıcağından buğulanmış cam kapıya küt diye alnımı çarptım. Öyle böyle çarpmak da değil. Tüm camlar olduğu yerde dalgalanınca kapıya takılı zil tuhaf bir ritimle şıngırdadı. Kasap, tezgâhın arkasında doğradığı löp eti bırakıp koşarak yanıma geldi. Elleri kanlı, üzerinde beyaz önlük, ayağında yeni alınmış boyalı rugan ayakkabılar. Rugan ayakkabılarının parlaklığı gözümü alıyor. Ne oldu öyle yahu, dedi, iyi misin? Dalgınlık, dedim, fark edemedim kapıyı. Bunun ne olanaksız olduğunu bana bir kez daha kanıtlamak ister gibi dönüp kapıya baktı. Kapı yani. İki metre boyunda, üzerinde kocaman harflerle açık yazan tabela asılı. Neyse, dedi, geç şöyle, otur da soluklan. Derisi yıpranmış metal ayaklı sandalyeye oturdum. Su ister misin, dedi. Ellerimi üzerinde dolaştırırken alnımın ortasında zonklayan yerde bir yumrunun filizlendiğini hissedebiliyordum. Olur, dedim. Tezgâhın üzerinden bana küçük paket sulardan birini uzattı. Yalnızca devamlı ve sevdiği müşte- rilerine böyle ikramlarda bulunan cimri herifin tekiydi. O sırada işte, kapıya takılı zil tekrar şıngırdadı. Çın Çın Şıng.
İçeriye girdi. Hiç öyle insanın hayalini kuracağı, dergilerdeki davetlerde poz veren beylere ya da o vakitler eve her giriş çıkışını gizlice izlediğim yan komşunun oğluna benzeyen bir yakışıklılığı yoktu. O oğlanın da bana bir kez olsun dönüp baktığı yoktu. Dönüp baktıysa da benim görme ihtimalim yoktu. Gençlikte bir oğlan bakar, ben de o bana bakarken ona bakarsam ve de biri de bunu görürse, laf olurdu. Neyse, içeriye giren uzun boylu, hafif göbekli, saçları yanlardan yavaş yavaş dökülmeye başlamış bir adamdı. Sokakta yanımdan geçse kafamı bile kaldırıp bakmazdım. Bana yarım kilo kıyma çeker misin, dedi, biraz da ilikli kemik lazım, çorbalık. O sırada sıcaklayıp boynundaki hardal rengi kaşkolü çıka- rıp kolunun altına sıkıştırdı. Hanım senden önce geldi, dedi kasap, elindeki bıçağın sivri ucuyla beni işaret ederek, biraz bekle ya da başka işin varsa halledip öyle gel. Kasap öyle deyince, adam dönüp bıçağın işaret ettiği yere dönüp, bana baktı. Orada olduğumu da o zaman idrak etti. Ha, dedi, pardon ben sizi fark edemedim, ben yarım saat sonra gelirim o zaman. Atkısını tekrar omzuna attı. Çıkıp gitti. Bazı insanların kendilerinden geride bıraktıkları boşlukta tuhaf bir çekicilik olduğunu ilk kez o gün fark ettim. O boşluk, insanda o boşluğu tekrar tekrar doldurup boşaltma isteği yaratıyordu. Havada asılı kalan tıraş losyonu kokusu, atkının savrulmasıyla havada uçuşan küçük tozlar, kapanan kapıdan içeriye gelen taze havanın serinliği, içeride başlayan sessizlik, giderek uzaklaşan adımlarının kaldırımda bıraktığı ses. Evet, ne istiyorsun, diyor Necmi Abi bana dönüp. Ciğer istiyorum, bir kilo, iyice temizle ama, geçen defa sinirleri kal- mıştı, sert oldu, yemediler. Çırak bırakmıştır, diyor, adı batasıca, kovdum gitti zaten geçen hafta. İçinden söylenmeye devam ediyor olacak ki kafasını sallayıp tezgâhın arkasından jelatine sarılmış bir parça alıyor ve ince uçlu bıçağın etin üzerindeki gidip gelme hareketi dışında dükkânda hiçbir hareket kalmıyor. Adam geri gelmiyor.
Ellerimde poşetlerle eve yürürken, kafamda buz dolu bezi alnıma yaslamış mutfakta otururken, melisa çayını demlerken, hanımın başı koku- sundan daha kötü olmasın diye mutfağın her tarafını kapatıp ciğerleri kızartırken, yemekten sonra ertesi günkü gün- düz oturması için yaprak sarması sararken, gece herkesin uyuduğu evde yatağımda yatarken, adamın arkasından kapanan kapının çıkardığı mekanik ses ve kapı koluna takılı zilin çıkardığı şıngırtı aklımdan çıkmıyordu.