top of page

Gizli Işık Boşluğu

Topu ayak bileklerimin arasında sıkıyorum.

 Alt bacaklarımdaki kaslar kendi varlıklarını hatırlayıp şaşırıyorlar. 

“Bir on daha yapalım mı,” diyor Nedret. Ayak uçlarımı geriyorum. Benden bağımsız oklar dümdüz ileriye uzanıyorlar. “Karın sıkı,” diyor. Karnımı sıkıyorum. “Dikkatini bacaklarına ver.” Veriyorum. Tavanda uzunca bir çatlak var. “Boya çatlağıdır,” diyorum. Yeni bina bunlar, depremde yıkılmazlar. O tavana bakmayı bırakınca gözümün önünde başka evlerdeki tavan- lar beliriyor. Köşe çıtaları, tavan profilleri, yeni çekilmiş alçının bembeyaz ve ıslak hâli, duvarlardaki boya dalgaları, spot delikleri, sarkan kablolar, havalandırmalardan içeriye dolan kokular, asılmayı bekleyen tablolar, 8x5 dikdörtgen salonlar. Havada uçuşan toz zerreleri, içine naylonlar sokulmuş tesisat delikleri, duvarlarda asılı detay çizimleri, ters çevrilmiş kovaların üzerinde oturarak yenen tavuk dönerler ve çayın yanında olmazsa olmazları, kremalı bisküvileri. Son projenin banyo tavanındaki gizli ışık boşluğunun yeri yanlış. 


Düzeltmek için çok geç. Her baktığımda yanlış yerde olduğunu hissediyorum. Gözlerimin içindeki terazi, ikinci bir kalp gibi. Terazide olmayan bir tezgâh, gönyesiz bir duvar ya da ölçüsü kaçık bir yer görünce hızlı hızlı atmaya başlıyor. Migrenim de hemen o anlardan sonraki saatlerde tutuyor. Başım ağrıyor anlıyor musunuz? 

Bazen kâbuslarımda banyo kapılarının klozete çarpıp kapanmadığını, bulaşık makinasının mutfak dolabının içinde ona bırakılmış boşluğa sığmadığını, bembeyaz keten kaplanmış yeni kanepenin salona büyük gelip, du- varların arasında sıkışıp kaldığını görüyorum. Kulaklarımda yeni döşenmiş parkeyi çizen bir masa ayağının cızırtısı var. Bazen aynalar bazen de takılmayı bekleyen duş camları, montaj sırasında bir köşeye çarpınca bomba gibi patlayıp binlerce parçaya bölünüyorlar. Odaların yeni boyanmış duvarları boya kuruyunca tuhaf renklere dönüşüyorlar. Ahşap lambrilere takılan televizyonlar gece herkes uyurken daaaam diye yerlere devriliyorlar. Bazen şantiyeye gittiğimde yanlış duvarı kırıp yan komşunun evine girdiklerini görüyorum rüyamda. “Çıkarın beni buradan,” diye haykırmaya başlıyorum. Yan komşu o sırada “evimi yıktılar,” diye polisi arıyor. Bitmek bilmez korkunç senaryolar kafamda dönüp duruyor. “Bir on daha çıkar mı,” diyor Nedret. “Çıkar,” diyorum. “Ayaklarını kelebek gibi çırp. Nefes ver.” Almana gerek yok, o kendiliğinden içeriye girecek bir yol buluyor. Ama nefes ver. Yoksa bu vücut o gücü üretemiyor. Pilates odasındaki ayna kaplı duvarın arkasın daki gizli ışığın kablosu iyi yapışmamış, duvardaki aynanın kenarından aşağıya sarkıyor.


Müşteri, ofisteki sandalyede kımıldanıp duruyor. 

Gövdesi kaya gibi olduğu yerde sabitken, incecik bacakları konacakları yere bir türlü karar veremeyen serçeler gibi çırpınıp duruyorlar. Sağ elini durup durup başının ön tarafındaki seyrek saçların olduğu yerlerde dolaştırıyor. Anlattıklarımı dinlemediği belli. Gözleri masamın üzerindeki kâğıt tomarının üzerinde, elimde çevirdiğim kalemin ucunda, duvardaki aynanın üzerine konan sinekte, önündeki fincanın dibinde kurumaya başlayan kahvede dolaşıyor. 

“Ben de mimar olmak istemiştim küçükken,” diyor. 

“Aa öyle mi,” diyorum. 

Önümüzdeki çizimlerden kafamı kaldırıp yüzüne bakıyorum. 

“Renkler, desenler, hayal âlemi gibi,” diyor. Gülümsemekle yetiniyorum. O yetinmiyor. Anlatmaya devam ediyor. 

“ODTÜ’nün sınavı vardı, girdim ama tabi bende hiç çizim yeteneği yok, geçemedim,” diyor.

 “Bizim okul çizim sınavıyla değil fen-matematik bölümü sınav puanıyla öğrenci alıyor,” diyorum. 

“Fikir üretmek kolay da” diyor, “ben gözümde canlandıramıyorum. Bu plana bakınca mesela anlıyorum anlamasına da, bittiğinde beğenir miyim, tahayyül edemiyorum. Gerçi üç boyutlu programlar her şeyi çiziyor şimdi baksanıza.” 


“Nedret,” diyorum içimden, “nefesimi tutuyorum ben hep, hareketler o yüzden zor çıkıyor.” “Yapma” diyor, “göğsünü aç, derin nefes al. Verirken de gözlerini kapatıp nefesin içinde izlediği yolu takip et.” 


“İsterseniz bütçe kısmına geçelim,” diyorum, “detaylara sonra döneriz.” Bütçe lafı sihirli bir değnek gibi adama değiyor. Ayakları yere paralel, tabanlarını yere sımsıkı basıyor. Portföyünden çıkardığı defterin arasında ona daha önce gönderdiğim bütçenin çıktıları var. Bazı satırların üzeri sarı fosforlu kalemle çizilmiş, bazılarının yanlarına sayılar yazılmış. 

“Açık konuşacağım sizinle,” diyor. 

“Kartal’da inşaat şirketi olan arkadaşlarla tanıştım hafta sonu. Onlar bana anahtar teslim bir fiyat çıkardılar. Sizin verdiğiniz fiyatlarla arasında büyük bir fark var. Sizinle çalışmak isteriz ama sizin de fiyatı tekrar düzenlemeniz lazım.”


“Bak,” diyor Nedret, “eli iki kürek kemiğimin arasında. Bastırdığı yerde hiç geçmeyen bir ağrı var. Burası bir sebepten sıkışmış. Bilgisayar başında uzun süre oturmaktan muhtemelen. Sonra bebek emzirmek de orayı zorlamış. Duruşun bozulduğu için düzelmiyor. Yüzmen lazım,” diyor. 

Yüzmek için kollarımı öne doğru hizalıyorum. “Göğüs açık, unutma.” Nefesimi tutup, suya dalıyorum. Suyun rengi gökyüzüyle aynı. Yanımda sarı çizgili kırmızı balıklar yüzüyor. Yüzeye çıktığımda verdiğim derin nefes odanın havasına karışıyor. 

Aynı nefes, adam nefes alınca burun deliklerinden içeriye giriyor. Adam burnunu kaşıyor, sonunda da hapşırıyor.

 “İyi yaşayın,” diyorum. Çok, demek o an içimden gelmiyor. 

“Zaten,” diyor, “fikrin çoğu bizden çıktı. Sizin de katkınız mutlaka var, yok diyemeyiz. Biz sizi çok yormayız zaten bizim de inşaat geç- mişimiz var, bazı sorunları kendimiz de çözeriz. Bizim diğer şantiyeden tanıdık yabancı ameleler de var. Onlar da çalışır. Yani sizin de ekibiniz var ama belki de fiyat o yüzden bu kadar yüksek çıkıyor.” 


“Yani, Nedret” diyorum, “sürekli yüzemem ya, başka yapacak bir şey yok mu?”

“E valla pek yok, stres yapma, kendini kasma,” diyor. Bu migren de aynı sebepten nüksediyor. “Germe şekerim kendini, germe. Takma kafana her şeyi.”


O bildik his sağ gözümün kenarından adeta kendine bir tünel açıp kafamın içine doğru ilerliyor. Onu tanıyorum. Eski bir düşmanla yolda karşılaşmış gibi oluyorum. Birkaç saat içinde kafamın içinde bir top aşağı yukarı sekiyormuş gibi hareket etmeye başlayacak. Kafamın çatısını kırıp çıkmaya çalışacak. Kör bir kuyuda kımıldamadan yatarken, pencereler sonuna kadar açık olmasına rağmen burnuma yapışan o pis koku yok olmayacak. Midem dönüp duracak. Ağrı bir süre sonra zıplayan bir toptan kıyıya vuran devasa dalgalara dönüşecek. Dalga yükselirken “Tanrım,” diyeceğim, “söz bir daha kendimi gereksiz hiçbir şey için üzmeyeceğim.” Dalga, kıyıya vurup günlük hayatın ne kadar anlamsız karmaşası varsa hepsini paramparça edecek. Kendimi bilmeden yuvarlandığım uyku dehlizlerinde bilinçaltımın derinine sakladığım ne varsa rüyalarıma girecek. Derin uykulardan uyandığımda zihnimi tazelenmiş, vücudumu yorgun ve kendimi olgunlaşmış bulacağımı biliyorum. 


“Müsaadenizle” diyorum, “benim bir ilaç almam gerek.”


Top ellerimin arasında, kollarım dümdüz. Aynı tempoda yürüyen askerlerin bacakları gibi, kollarımı indirip kaldırıyorum. Nedret elini getirip sırtıma koyuyor. “Nasıl oldu sırtın,” diyor. “Daha iyi,” diyorum. Yanımda ahtapotlar, kırmızı denizyıldızları, çekiç burunlu köpek balıkları, vatozlar yüzüyor. Derin bir denizin kuytu bir köşesindeyiz. Denizin ken- dine ait sesleri dışında çıt çıkmıyor. Vücudum soğuk ama üşütmüyor. Aklım uzaklara dalıp gitmiyor. Yosunlar ellerime dolanıyor. Saçlarım uzayıp dalgalara sarılıyor. Nefesim dışarıya çıkıyor.

 “Şu gizli ışığın kablosu aşağıya sarkmış, bir bant getirsene yapıştıralım,” diyorum. 

“Aa nasıl gördün onu oradan,” diyor. 

Binlerce göz aynı anda göz kırpıyor.

Yeni yazılarımızdan haberdar olmak için emailinizi paylaşın!

Takipte kalın!

Diğer dergi yazılarımız:

Vay Be

Lokma

Kumsal

Yabancı

59R

Hanife

Kumru

Boşluk

Kar

bottom of page