top of page

Kumru


Beklemekle beklenen olayın gerçekleşmesi arasındaki zamanın, insan hayatının ziyan edilen bir parçası olmasının tuhaflığını düşünüyor kız.


Günlerdir aralıksız yağan kar duruyor. Birden güneş çıkıyor. Kaldırımların kenarlarındaki tazecik kar öbekleri eridikçe çamura dönüşüyor. Çirkin bir kahverengi ve ayak izleri birbirine karışıyor. Kız pijamasının üstüne giydiği boğazlı kazağın kolundaki iplikleri koparıp yanındaki zigon sehpanın üzerine koyuyor. Ayağında iki kat çorap var. Kazağın üzerinde pembe bahar çiçekleri. Sanki içinde olduğu anla dalga geçiyor. Derince iç çekiyor. Hoşuna gidiyor içine giden nefesin hissi. Tekrar alıyor. Sonra tekrar. Ve son nefesini, vermeyecekmiş gibi tutuyor. Bir an hayat durmuş oluyor. Yalnızca bir an. Nihayetinde nefes dışarıya çıkmanın bir yolunu buluyor ve her şey kaldığı yerden devam ediyor. Odanın içi sıcak da değil soğuk da. Pencerenin önündeki radyatörün derecesini biraz yükseltip, hemen yeniden düşürüyor. Gözünün önünden geçen ay gelen doğalgaz faturası hiç silinmiyor. Isınmış radyatöre ayaklarının tabanlarını yapıştırmak istiyor. Kucağında duran kitabı açıp kaldığı yeri arıyor. Bulamadıkça cümleleri baştan okuyor. Yazar beklemekten bahsediyor: “Neyi artık hiç istemiyorum biliyor musun, diyor. Zamanın geçmesini sabırsızlık içinde ya da korkarak beklemeyi. Zamanı arkamda bırakmayı. Bazen hayatın bir bölümünün arkamızda kalmasını iste- riz, bütün ruhumuzla, var gücümüzle dileriz. O bölümü iptal etmek ya da üstünden atlayıp geçmek isteriz. Çılgınlık değil mi bu?”*


Salondaki ikili koltuğun sağ tarafında, ayaklarını altında toplamış, büzüşmüş oturuyor. Uzaktan gören biri onu iki şeye benzetebilir: Anne karnındaki gözleri kapalı, dünya heveslerinden azade bir cenine ya da dünyada kapladığı alanı küçültmek için kendi içine doğru çekilmiş ve oldukça da üşümüş birine. Saçları vücuduna sonradan eklenmiş gibi eğreti duruyor. Sağdan soldan yüzüne değen telleri parmaklarıyla kulaklarının arkasına itiyor. Koltukla arasına iki tane kuş tüyü kare yastık sıkıştırmış. Kılıfların yavruağzı rengi, bir yavrunun ağzından çok çaydanlığın sıcak sapına değdirdiğinde yanan eline benziyor. Birden, biri seslenmiş gibi kafasını kaldırıp pencereden dışarıya bakıyor. Pencerenin pervazına o an küçük bir kumru gelip konuyor. Göz göze geliyorlar. İkisinin de gözleri baktığı yerlerde güzel ve çirkin şeyler görüyor. Hayat boyu bir yerlerde kalmakla kalkıp gitmek arasında tercihler yapıyorlar. Birisi yuva kuruyor, diğeri böyle şeyleri aklından bile geçirmiyor. Birisi uçmayı öğrenirken korkudan tir tir titriyor, diğeri kapıdan dışarı adımını atmıyor. İkisinin de aklı kendi hayatına yetiyor ama akıllarından geçen hayat da yaşadıkları hayata pek benzemiyor. İkisi de birbirinin gördüğü yerleri, yaşadığı açlığı ve tokluğu, soğukta dışarıda olmakla sıkıntı içinde içeride olmak arasındaki tercihini, birinin yumurtadan çıkarken yaşa- dığı hislerle diğerinin annesinin karnından çıkarken yaşadığı hislerin benzer olup olmadığını düşünüyor. Kız kendi hayatıyla kuşun hayatının çok da farklı olmadığı sonucuna varıyor. Üstelik kuşun kanatları var; istemediği yerlerde durması gerekmiyor. Açık duran televizyon ekranına şöyle bir baktıktan sonra uçup gidiyor.


Beklemekle, beklenen olayın gerçekleşmesi arasındaki zamanın, insan hayatının ziyan edilen bir parçası olmasının tuhaflığını düşünüyor kız. Beklerken geçen zamanla olayın gerçekleştiği zamandan sonraki zaman aynı hızda mı akar? Sayfanın rastgele bir yerini işaretleyip, kitabı yastıklarla koltuğun arasına sıkıştırıyor. Dışarıya mı bakıyor yoksa okuduğu kitaptan aklında kalanların yarattığı efsunlu bir hayale mi gözlerini dikiyor, anlamak zor. Burnuna kavrulan soğanların kokusu geliyor. Tencerenin açılıp kapanan kapağının çıkardığı metalik ses. Annesinin adımlarının buzdolabından ocağa sürekli hareket ederken terliklerinin altından çıkan tuhaf gıcırtı. İçeriye dolan koku yoğunlaşınca tüm pencereleri açmak istiyor. Annesine çaktırmadan pencerenin önüne gidip sessizce kolu çeviriyor. Açılan pencereden içeriye giren kar soğuğu vahşi bir hayvan gibi önce yüzünü sonra da göğsünü ısırıyor. Tüm vücudu ürperiyor. Soğuk havanın içinde tertemiz bir his var. Kaynaktan çıkan su gibi berrak. Derin derin içine çekiyor. Terliklerin sesini duyuyor arkasından. Aç sonuna kadar aç da donalım içeride, nereden geliyor bu soğuk diye evdeki pencereleri dolaşıyorum ben de, diyor. Tamam kapattım, deyip kapatıyor hemen. Oturduğu yere geri dönüyor. Ayaklarını altına topluyor. Çay demlendi, içeceksen iç, diyor ses.


“Karışmıyorum, şekerim, karışmıyorum. Ne isterse yapsın. Ben zaten anneme bakmaktan yorgun düştüm. Biliyorsun geçen ay hep bizdeydi. Sabahtan akşama başındaydım. Kapıdan dışarıya adım atamıyorum. İlaçlarının saatleri var, çorbası, çamaşırı. Geçen hafta da kayınvalidem banyoda düştü, kalçasını kırdı. Ona da görümcem bakıyor. Yakındır, arar, annen gittiyse sana göndereyim biraz da buna bak, der. E, evin işi zaten bitmiyor. Bu, böyle duruyor. Durduğu yerde yaşlanmış gibi. İçi geçmiş. Ne bir arkadaşıyla buluşuyor, ne çıkıp bir çarşıda dolaşıyor. Varsa yoksa otursun camın önünde, kitap okusun. Kitapları da dünyanın parası ha. Gittiği zaman beşer onar alıyor. Yığılı baş ucu. Canım hepimiz üzüldük bir şeylere zamanında. Ay Aysel, bizim canımız can değil miydi, kalbimiz taştan değil herhâlde. Üzülürsün, ağlarsın. Üç gün ağlarsın, beş gün ağlarsın. Gencecik kızsın, karalar mı bağlayacaksın? Bu kadar da olmaz ki. Yok canım, istemiyor kimseyle tanışmak falan. Derya’nın yeğeni yok mu, yeni polis olan, onunla tanıştıralım dedik, imkân yok gitmem, diye kıyameti kopardı. Derya’ya da mahcup oldum. Ay ne bileyim. Hava da kötü, nereye gideceğiz zaten. Hepimiz oturuyoruz sabahtan akşama. Neyse sen anlat, Hilmi nasıl, sattı mı zeytinliği?”

Bu kadarını duymak yetiyor. Fincandaki çay elini yakıyor. Koridordan geçip salondaki tekli koltuğa oturuyor. Sırtı eprimiş kadife koltuk sıcak bir kucak gibi. Annesinin göğsünde uyuduğu bebeklik günlerini hatırlamayı ne kadar çok isterdi. Ve de o günlere dönüvermeyi. Ilık süt ağzına dökülürken bütün dünyanın tek bir parça hâlinde ellerinde dur- duğunu düşünüyor. Vücudunun sıcaklığı, sırtında gezen eli, ona bakan gözleri, ne konuşmaya ne de kelimelere ihtiyacın olduğu, kimsenin kimseyi tanımadığı, her şeyin yumuşacık bir muammadan ibaret olduğu bir zaman dilimi.


Koltuğun kumaşında parmak uçlarını ileri geri yürütürken kumaşın renginin alacalanmasını izliyor. Akşama pilav da yapalım mı kapuskanın yanına, diyor ses tekrar. Hı hı, yapalım. Yiyeceksen yapacağım. Sonra kalıyor, yazık. Kalanları ertesi gün öğlen yemiyor muyuz, kalsa ne olur, diyor kız. Yürüyor terlikler. Suya basılan marul, taze soğan ve dereotunun kokusu. Kesme tahtası. Bıçak bileyleyici. Ekmek poşeti. Tekrar başlayan kar. Pencere doğramalarından içeriye sızan soğuk.

Zaman kendi içinde üreyen tek hücreliler gibi durmaksızın çoğalıyor. Öbek öbek. Tarlalarda gördüğü üst üste yığıl- mış saman balyaları gibi. Geçit vermeyen sıra dağlar gibi. Sabahı olmayacak bir gece gibi. O kadar çok ki geçmeye çalıştığı yere sığmayıp tıkanıyor. Yelkovanla akrep saatin içine sıkışıp kalıyorlar. Kuş pencerenin önünden geçerken bir anlı- ğına yavaşlıyor. Kızın cama yansıyan siluetinde bir an kanatlar belirip kayboluyor. Zaman bendini yıkan bir nehir gibi kaldığı yerden akmaya devam ediyor.


*Kitap alıntısı: Pascal Mercier-Sözlerin Ağırlığı, s. 85


Yeni yazılarımızdan haberdar olmak için emailinizi paylaşın!

Takipte kalın!

Diğer dergi yazılarımız:

Vay Be

Lokma

Gizli Işık Boşluğu

Kumsal

Yabancı

59R

Hanife

Boşluk

Kar

bottom of page