
Lokma
Pencereden dışarıyı izlerken, defalarca kez yoldan geçen tozlu arabalardan birinin sürücü koltuğunda oturduğumu, evin önündeki otoparka geri geri yanaştığımı, karanlıkta farlarımın garajın önündeki duvarı aydınlattığını, motoru hâlâ çalışan arabanın içinde oturmaya devam ettiğimi hayal ederdim. Birkaç dakika boyunca bakışlarım duvarın üzerini kaplayan sarmaşıklarda, tuğlaların arasındaki boşalan derzlerin bıraktığı boşluklarda ve duvara dayalı duran üç tekerlekli bisikletin tekerleklerinde dolaşırdı. Park etmekle gaza basmak arasında kararsız kaldığım zamanın, dışarıdan izleyen birisi için küçücük bir zaman dilimi olacağını düşünürdüm. Kimse o an, bir çağın kapanıp yenisinin açılmak üzere olduğunu bilemezdi. Sonunda arabadan indiğimde kış soğuğunun içimi nasıl ürperttiğini de. Eve varmanın, kapıyı açınca yüzüme vuran yemek kokusunun, çocukların gürültüsünün ve televizyonda haberleri sunan kızın sesini duymanın içimde yarattığı bıkkınlıkla dolu emniyet duygusunu da.
Bazen yan evlerden birinin önüne bir taksi gelip yanaşır ve beklemeye başlardı. Birazdan elindeki bavulu sürükleyen yolcular evlerine doğru döner, arkalarından bakan birilerine el sallarlardı. Yüzlerinde bazen aceleci bir tebessüm bazen kafalarının arkalarında çalışmaya devam eden bir makineden arta kalan dümdüz bir bakış olurdu. Bekleyen boş taksiye koşup, arka koltuğa hiçbir şey söylemeden oturduğumu gözümde canlandırırdım. Sürücünün elinde sallanan sigara izmaritinden sızan dumanın sindiği koltukların bulanık renginden biraz tiksinirdim. Taksinin içi sıcak olduğundan kabanımın üst düğmesini açardım. Şoför bir yanlışlık olup olmadığını anlamak için bavulumu arayan gözlerle beni süzerdi. “Havalimanına demişlerdi bana, bir yanlışlık yok değil mi abla,” derdi. Sorusuna verecek cevap bulamadığım o an, hayalimdeki taksiden inerdim. Bazen de otobüsün ihtiyaç molası için durduğu dinlenme tesisinde tek başıma otururdum. Çoktan acılaşmış bir bardak çayın içinde döndürüp durduğum çay kaşığına yansıyan yüzümdeki derin hayal kırıklığının ayan beyan görünür hâle geldiğini düşünürdüm. Muavin gelip kolonya dökerken avuçlarımdaki çizgileri görür ve “ne yazık,” der gibi kafasını iki yana sallardı. Çocuklar durmadan ağlar, birileri naylon poşete kusar ve içerisi ayak kokardı. Nedense hiç uçakla gittiğimi düşünmezdim. Uçağa bindiğim an inemeyeceğimi bilmek beni korkuturdu. “Pardon, okyanusun üzerinden beni paraşütle atar mısınız, ben vazgeçtim,” mi diyecektim?
Oysa gidebilirdim. Bunca insan her gün, her dakika, her saniye bir kapıdan çıkıp gidiyordu. Bazıları gittikleri yerlerde uzun, bazıları kısa kalıp, geri dönüyorlardı. Sonra tekrar gidiyorlardı. Gitmeyi birkaç parçaya bölüyorlardı. Öyle büyük bir lokmaydı ki bir defada çiğneyip, yutamıyorlardı. O yüzden de cesaretin bıçağıyla lokma lokma doğruyorlardı. Her seferinde birini ceplerine koyup, yolda giderken çiğniyorlardı.
Nihayet öyle bir gidiyorlardı ki; dönüş yolu güneş batarken kendiliğinden yok oluyordu. Dönecek bir yer, geçecek bir yol, özlenecek bir suret kalmıyordu. Birtakım insanlar da öyle uzak yerlere gidiyorlardı ki; hayatta kalan tüm güçlerini bacakları kullanıyordu. Nefes alacak güçleri yoktu ve yaşamak giderek güçleşiyordu. Ben işportadan aldığım bıçağımı bilemekle meşguldüm. Kör bıçakla küçük parçalara bölünen gidişler can yakıyordu.
Sabah uyandığımda yapacaklarımı içimden tekrarlıyordum. Dişlerini yeni diş macunuyla fırçala, nane kokulu. Saçlarına hindistan cevizi maskesi yap, yumuşacık olduklarında parmaklarını içlerinden geçir. Çamaşırları lavantalı yumuşatıcıyla yıka, sakın makinada unutma. Düşünmekten mümkün olduğunca uzak dur. Kokuların içini doldurmasını izle. Tamam, diyordum, gayet kolay. Çocuk işi. Koltukta oturmuş çamaşırları katlarken aklıma gelen tuhaf düşünceler daha da tuhaflarını çağırıyordu. Onlar da daha tuhaflarını. Bir süre sonra aklımın içi, ellerimin robot gibi çalışmalarını fırsat bilerek normalde kapıyı açıp içeriye giremeyecek türlü çeşitli endişe, korku ve vesveseyle dolup taşıyordu. Kafamı tekini bulamadığım çoraptan kaldırıp, gün ışığının sapsarı boyadığı odaya baktığımda göz kapaklarımı ağırlaşmış, tenimi buruşmuş ve bacaklarımı ağrılar içinde buluyordum. Vücudum ihtiyarladığında hala içinde yaşıyor olacağım ve işte tam da böyle hissedeceğim diyordum. Oysa şu an yaşlı değilim. Hem de hiç. Kalbimin kıyısında kurulmuş salıncaklar var. Bacaklarını ileriye doğru uzatan bir kız çocuğu çok hızlı sallanırsa ayak uçlarının bulutlara değeceğine inanıyor. Sabahları gülümseyerek uyanıyor. Sevmediği yemekleri yemiyor. Yollarda yürümek yerine koşuyor. İçindeki heves koşturuyor bacaklarını. Geç kalmış olma korkusu ya da bir yere yetişme telaşı değil. Özündeki neşe öyle sağlam ki, toprağa yeni ekilmiş bir tohum gibi kendine yaşamın içinde bir yer arıyor. Her gün biraz daha yerleşiyor toprağa. Toprağın yumuşaklığını, kokusunu, sıcaklığını içine çekiyor. Başını topraktan çıkarmak için acele etmiyor. Annesinin karnında doğmayı bekleyen bir bebek. Belleğinden bir anda siliniverecek bu dönemin sonsuza dek süreceğini sanıyor. Belki de yalnızca turunu tamamlayan bir yelkovan, saatin kaç olduğunu hiç merak etmiyor. Nihayetinde başını ılık bir rüzgâra uzatıp saçlarını savuruyor. Meltem bu. Deniz gibi kokuyor. Yosun, balık pulu ve tuzlu bir öğleden sonra.
Kalmanın zor olduğunu anladığım zaman geldi. Benimle birlikte gölgem ve bunca zamandır biriktirdiklerimden inşa ettiğim devasa bir kule de ayağa kalktı. Bu anın provasını sayısız kez yapmıştım. Bendini aşan bir akarsu gibi. Dağ- lardan inen bir çığ gibi. Söndürülemeyen orman yangınları gibi. Kurtulmak artık mümkün değildi. Zamanı gelmiş bir mevsim gibi. Dökülen bir yaprak gibi. Olgunlaşan bir nar gibi. İçimdeki taneleri durduramıyordum. Ayaklarım kendi cumhuriyetlerini kurmuş, hemen arkasından darbe yapıp vücudumu ele geçirmişlerdi. Durdukları yerde karıncalanıyorlardı. Gidecektim.
Eşiğe adımımı attığımda kadim bir medeniyetin hayatta kalan son ferdiydim. İçimde dalgalar yükseliyordu. Adım attıkça hatırlamaya başladım. İç organlarıma giden yeni yollar açıldı. Damarlarımdaki kanın dalgalandığını hissediyordum. Sabahın erken saatinde çarşaf gibi bir denize adım attığımı, durup ufka baktığımı, hiçbir şeyin olmadığı, geçmediği, değmediği, dalgalanmadığı sonsuz ve mavi bir düzlükte doğduğum an olduğum kişiyle karşılaştığımı hayal ettim. Oradaydım. Ağacının dibine düşmüş bir palamut, çimlenen bir tohum, açmayı bekleyen bir tomurcuktum. Kendi tohumumdaki neşe kabuğumu kırdı. Yürümeye devam ettim. Hiç olmadığım kadar hafiftim. Sıcaklayınca gömleğimin üst düğmelerini açtım. Boynumdaki fulara yüzümü sildim. Durdum. Kafamı kaldırıp etrafa baktım. Yolun kıyısına bir adam dev gibi tabela dikmeye çalışıyordu. İşini henüz bitirmediğinden ne yazdığını okuyamıyordum. Arkasında durup beklemeye başladım. Bir süre sonra gölgemi fark etti. Kafasını çevirip baktı. “Merhaba,” der gibi elimi kaldırdım. Hiç oralı olmadı. Sırtı ve kol altları terden dalga dalga olmuştu. İndirip kaldırdığı çekicin tok sesi bir süre sonra sustu. Tabelayı bana doğru çevirdi. Kocaman bir ok işareti geldiğim yolu gösteriyordu. Yolda küçük ekmek kırıntıları. Belimden sarkan bıçağın ucuna birini daha takıp çiğnemeye başladım. “İlk seferin mi,” dedi. “Evet,” dedim. “Döneceksin,” dedi.
Lokma ağzımda dev bir un kurabiyesine dönüştü.