top of page

Vay Be

Ben bu yaşıma senede toplasanız belki iki belki üç tane ağrı kesici içerek geldim. 

Onu da içmek benim aklıma gelmez. Lale elinde hap ve bir bardak suyla gelip, “Boşuna çekme şu ızdırabı, iç hapı da geçsin,” der. Ben de hapın ne olduğuna bile bakmam. Yutarım.

Gençlikte, yatılı okula ilk gittiğim zamanlarda baş ağrılarım tutardı yılda birkaç defa. 

Grip olmam. 

Antibiyotik kullanmam. 

Vitamin içmeyi hep unuturum, aklımda tutamam. 

Şekerim yok. 

Öyle sinirlenince tansiyonum yükselmez, uzun süre aç kalınca biraz düşer ve de başım döner. Zaten açlık da çok faydalıymış, az yiyen uzun yaşıyormuş. Ben çocukluğumdan beri çok yemedim. Çok yemenin ne olduğunu, üniversite için büyük şehre gidene kadar bilmedim. Evden yolladıkları para yetmeyince, para kazanmak için hafta sonları memleketten bir tanıdığın da çalıştığı restoranda çalışmaya başladım. Işıl ışıl bir bahçesi vardı. O zaman insanların nasıl da çatlayana kadar yediğini gördüm. Adeta paralarını çöpe atmak için yiyemeyecekleri yemekleri bile sipariş edip, ucundan tadına bakıp, biraz çatallarıyla oynayıp bırakıyorlardı. Tabaklar dolusu soğuyup kurumuş pirzola, bulandığı sosun içinde hayata küsmüş bonfile, bir ısırık alınıp bırakılmış ızgara levrek. Olduğu gibi bırakılmış haşlanmış brokolileri, havuçları, çatal değmemiş safranlı pilavları, nar gibi patates kızartmalarını saymıyorum bile. Onları götürüp bıraktığım tezgâhın üzerinde yığılmış hâlde gördükçe, “günahlardan bir dağ, israftan bir kule bu,” diye düşünürdüm. Bir seferinde dayanamayıp bir patates kızartmasını ağzıma atarken şef garsona yakalandım. Yüzündeki ifadenin kızmaktan da öte devasa bir acımaya benzediğini görünce bir daha asla böyle bir işe yeltenmedim. Yine de içimden o yazık etme suçluluğunu atamadım. Bizim evde öyle bir şey yapmaya kalksak, babamız bu para kolay mı kazanılıyordan başlar, annemiz evin bereketi kaçacaktan konuyu Afrika’daki aç çocuklara getirir; babaannemiz de alır, Allah’ın tabağında pirinç bırakan çocuklara neler yaptığına bağlardı. Anlaşılan bu tarafa bakan Tanrı, tabaklarla da tabakların sahipleriyle de ilgilenmiyordu. Bir de tabaklarını bitirmeyen kadınlar çok güzeldi. Güzellikleri buradan geliyordu, demiyorum tabi. Nereden geldiğini bilmiyordum. Güzel kadınlar benim için televizyonda, gazetelerde ya da masalarına yaklaşıp uzaktan parfüm kokularını duyabildiğim ama dokunmayı aklımın ucuna dahi getirmediğim mesafedelerdi. Meğer gerçek yemek de aynı mesafedeymiş. Öncesinde katık yapmayı biliyormuşum. Karın doyurmayı. Bir keresinde bir filmde adam, sabah kahvaltısı için iki yumurtayı koca bir dilim peynirle çırpıp pişirmiş, yanına pastırma kızartmış ve bir lokma ekmek olmadan yiyip bitirmişti. Biz evde üç çocuk, annem, babam ve babaannem, sabah kahvaltı- larında ikişer yumurta yesek bir kümes tavuğun yumurtasına denk gelirdi. Marketten bir karton yumurta alsak, her gün otuz beş lira yumurta masrafı demekti. Ayda bin lira eder yahu. Küçükken de matematiğim kuvvetliydi ve gerçekçiydim. O yüzden hayatın gerçekleri beni üzmez yalnızca şaşırtırdı.


Ben ve iki ağabeyim, akşamüzeri okuldan gelince okul kıyafetlerimizi çıkarır, ellerimizi yıkar ve aç kurtlar gibi aç mutfak masasının sandalyelerine dizilirdik. Annem ocağın başında dikilirken onu izlemeyi severdim. Omuzlarının bir şey taşıyormuş gibi öne eğilmiş hâlini, atkuyruğu yapılıp ucuna incili bir lastik takılmış saçlarının sırtında uzanışını, kulaklarında sallanan küçük top küpelerin hareket edişini ezberlerdim. Bir eli tüm vücudunu taşır gibi belinde dururdu. Diğer elinin tuttuğu kepçe tencerenin içinde döner dururdu. Bir süre kimse konuşmazdı. Öyle ki, dünyadaki kelimeler bitmiş gibi bir sessizlik olurdu. “Rıdvan, şu torbadaki ekmekleri kes yavrum,” derdi annem büyük ağabeyime. Her defasında derdi. Bir gün dahi ağabeyim akıl edip de kendiliğinden ekmekleri kesmezdi. Sonunda tutarken elinde ezdiği ekmekten kalınca kestiği dilimleri getirip sofraya gururla koyardı. Sofranın kendisine yakın tarafına. Bir kâsede annemin sonbaharda elleriyle kurduğu kırma zeytinler olurdu. Bir kayık tabağın içinde üzerine çörek otu serpilmiş çökelek. Annem sırayla çukur tabakları tarhana çorbasıyla doldururdu. Ocağın başından sofraya bir duman bulutu üflenirdi. Rıdvan çökelek tabağını alır, yarısını tabağına boca ederdi. Kaşıklar yanacaklarını bilen dillerimize yarış eder gibi gider gelirlerdi. Beklemek aklıma gel- mezdi. Kalın ekmek dilimleri teker teker tükenirdi. Annem bir süre bizi izledikten sonra kendine de bir tabak alır, gelir yanımıza otururdu.

 “Anlatın paşalar,” derdi, “neler öğrendiniz.” Gülümserdi. Gülümsemesi insanı konuşmaya zorlardı. Daha çok konuşalım da daha çok gülümsesin der, aklımıza gelen her şeyi anlatırdık. Derste sürekli konuşan çocuğu öğretmenin nasıl sınıftan attığından tuvaletteki yumuşak sabunun elimize yapıştığına, silgimizin kaybolduğundan yolda yürürken aya- ğımıza giren küçük çakıl taşına kadar anlatırdık. Bir daha kimseye o sofrada anlattığım kadar çok şey anlatmadım. Hayatın manasının o sofrada birbirini hiç zorlanmadan ve sorgulamadan seven insanlar arasında olmak olduğunu seneler sonra idrak ettim. Yoksul olduğunuzu bilmezseniz yoksul olmayacağınızı da. Kafalarımız zehir gibi çalışırdı. Annemizin konu komşu, akraba, tanıdık nereden bulursa bize taşıdığı kitapları, ansiklopedileri, atlasları küçük lokmalar hâline getirene kadar çiğner ve yutardık. Bilirdik. Bilmenin gereği olarak da anlardık. Anladıkça da değiştirmeye çalışmadan kabullenirdik.


Konumuz bu değildi. Ben, ilkokulda kabakulak, suçiçeği ne varsa hepsini oldum. Bir kez bitlendim. Bir kez de uyuz oldum. Lisedeyken uyuyamazdım, papatya çayı gibi kokan bir hap içerdim. Ağabeylerimden Rıdvan bir kez böbreklerin- den rahatsızlandı ellilerindeyken. Diğer ağabeyimde bel fıtığı çıktı kırklarını devirirken. Annem mi? Yok onu sormayın. Hastaneleri hiç sevmem. Bu yüzden de gelmem. Her yeri pis gelir bana. Kapı kollarına dokunamam, beklerken banklara oturamam. Kokusuna dayanamam. Hasta ziyaret etmem. Biri ölünce cenazesine de gitmem. Bizimki gibi küçük yerlerde büyüyenler için bu çok büyük ayıptır. Ayıpsa, benim de ayıbım bu olsun. Bir söylenti çıkardım, “fena oluyormuş cenaze- lerde,” diye, yürüdü gitti. Kimsenin gözü beni aramaz oldu. Ölüm korkusu mu? Yok canım, ne alakası var. Ölüm olmasa yaşamın ne anlamı var Doktor Bey. Efendim? Ölmenin hiçbir türlüsünü tercih etmem, o yüzden intihar düşüncem yok. Ama illaki olacaksa önceden habersiz olsun. Apansız bir kaza. Tek el ateş edilsin ya da. Kendimi öldüreceğimi bilerek katilimle yaşayamam.


Bizim ailede akıl hastalığı geçmişi yok anlayacağınız. Belki deliren vardır da, bunun hastalık olduğunu bilen yoktur.


Ben buraya hiç gelmesem ne olurdu Doktor Bey? Evde otururken kendi kendime birden delirir miydim? Delirsem anlardım, diye düşünüyorum. İnsan delirmeden önce akıllı hâliyle son kez yapacaklarını yapar, kime ne söyleyecekse söylemez mi? Biriyle küsse gidip barışmaz mı? Gelenlere ayıp olmasın diye evi süpürüp, temiz iç çamaşırı giymez mi? Hiç istemem birden delirmek. O yüzden tamam, kabul. Yazın ilaçları bana. Ben onları hiç unutmam, içerim. Efendim? Arayabileceğiniz kimse yok, maalesef. Ben varım yalnızca. Lale kızım efendim, evlendi, bu sene de yurt dışına taşındı. Geriye anılar kalıyor, insan yaşlandığını idrak edemiyor derdim, meğer delirdiğini de anlamıyormuş. 

Vay be. 

Vay be. 

Siz sever misiniz tarhana çorbası Doktor Bey? Ne zamandır içmedim canım çekiyor. Var sanki hastane durağının yanındaki lokantada. İlaçları içmeden önce gitsem deli deli hareketler yapar mıyım yani şimdi? Endişeli değilim. Susmak istiyorum. Sanki çok konuşunca çok koştum ve birden yoruldum.

Sezai ben, bu arada Doktor Bey. 

Tanışmadık. 

Annemi tanısanız severdiniz. Belki de bir ilaç yazar yaşamaktan vazgeçmesini engellerdiniz.

Yeni yazılarımızdan haberdar olmak için emailinizi paylaşın!

Takipte kalın!

Diğer dergi yazılarımız:

Lokma

Gizli Işık Boşluğu

Kumsal

Yabancı

59R

Hanife

Kumru

Boşluk

Kar

bottom of page