
Yabancı
Köfteyi yoğurdun mu, diyorum. Yok, diyor. Yapmadın mı hâlâ, saat iki oldu. Terasları yıkadım, yaprakları süpürdüm, sizin odanın yatağını topladım, diye saymaya başlıyor. Tamam, ver bebeği bana, sen köfteyi yap, diyorum.
Evin içinde bir yabancıyla yaşıyorum. Doğduğu yerin iklimini bilmiyorum. Et yemeklerini seviyor, zeytinyağlı baklaya dokunmuyor, aylardır diyette olduğu için ne pilav ne de ekmek yiyor. Geceden karabuğday ıslatıyor bir kâsenin içine. Sabahları erken uyandığında içine biraz da yoğurt koyup hızlı hızlı götürüyor kaşıkları ağzına. Sabah akşam yeşil çay demleyip en sıcak olduğu zamanda içiyor, ağzı nasıl oluyorsa yanmıyor. Akşamları üç kişi için öyle bir yeşil salata yapıyor ki yedikçe çoğalıyor kâsenin içindeki maydanozlar marullar. Masa haşır huşur seslerle doluyor. Küçükbaş bir hayvana dönüşeceğim diye korkuyorum, diyor A. Dönüşmüyoruz. Onun yerine giderek önceden kendi yaptığımız işleri başkasına yaptırmaktan çekinmeyen insanlara dönüşüyoruz. Şunu da yıkar mısın, bunu da yerine koyar mısın, onu da getirir misin, deyip duruyoruz. Gövdemizden üçüncü bir elimiz çıkmış da onsuz daha önce nasıl yaşadığımızı unutmuşuz.
Dolapların içinde kendi tişörtlerimizi, çoraplarımızı ya da pijamalarımızı asla bulamıyoruz. Bazen kendimi uzun uzun rafların önünde dikilirken buluyorum. Bunalıyorum. Gördüğüm şeylerin bana ait kıyafetler mi yoksa ben evde yokken başka birinin getirip yıkadığı, ütülediği, askılara astığı şeyler mi olduğuna emin olamıyorum. Üzerimdeki eteği çıkarıp ütü masasının üzerine atıyorum. Uzun bir elbise giyiyorum. Bu etek ütülenecek mi, diye soruyor eve döndüğümde. Yok, diyorum, askıya asar mısın? Kim bilir hangi askıya asıp askıyı da gömleklerin olduğu tarafa taktığından, o eteği de bir daha bulamıyorum.
Bunlar bebeğin akşam yemeğine koymak için, diğerlerine karıştırma, diyorum. Bunları haşla lütfen, yarısını akşama piyaz yapalım, kalanını dondurucuya atalım. Taze fasulyenin kılçıklarını ayıklamayı öğrendin artık, değil mi, diyorum. Yüzünde gözlerini küçülten bir gülümseme. Geçen sefer yutamadığımız yemek ikimizin de aklına geliyor. Saklama kaplarına koy ne olur, diyorum kalan yemekleri. Nereden buluyorsun bu kavanozları? Elimde çevirip bakıyorum. Daha geçen hafta aldığım çilek reçelinin kavanozu. Bu reçel bitti mi, diyorum. Ya, evet, bitti, diyor. Canım çok çekti de. Afiyet olsun, deyip başka bir duvara, dolaba ya da açtığım çekmecenin içindeki çatal, bıçaklara bakıyorum. Yabancı biri, diyorum. Beni tanımıyor. Benim sofrada kalan son peynir dilimini ya da domates parçasını Allah aşkına paylaşalım, diyerek karşımdakine teklif üzerine teklif ettiğimi bilmiyor. Üniversitede öğrenciyken aynı buzdolabının içinde yaşayan bambaşka yiyecek evrenlerine müdahale etmemenin ev arkadaşlığının ve her türlü saygının belkemiği olduğunu da bilmiyor. Dondurmanın sonunu yedi diye öz kardeşimle günlerce konuşmadığımdan da habersiz. Oysa benim için birini umursamak, canı istediğinde özenip aldığı bir şeyi, bıraktığı yerde bulabilme ve keyfince yiyebilme özgürlüğüne dokunmamak demek. İçimdeki yetişkinin sesi, o markete gitmiyor, sen ne alırsan onu yiyor, diyor. Sanki hemşire getirip kucağıma bir bebek daha veriyor. Yok, diyorum, ben zaten yeni doğurdum, bunu ancak doyuruyorum, meme uçlarım yara bere içinde.
Yabancılık her gece aynı çatının altında uyumakla bitmiyor. Çocukken dalından çilek koparıp yer miydi, annesi evde dağ çileklerini kaynatıp ekmeğin üzerine sürer miydi, doğum günlerinde çilekli pastanın üzerine mum koyup üfler miydi, bilmiyorum. Kardeşlerinin kaçıncısı, kocasıyla severek mi evlendi, annesiyle haftada kaç kez telefonla konuşuyor, aldığı gibi dolara çevirdiği maaşını nerede saklıyor, çocuğunu aylarca görmemek onu nasıl oluyor da delirtmiyor, sormuyorum. Oysa sorsam anlatır, biliyorum.
Aramızdaki görünmez duvarları yıkarım o zaman. Geceleri bir de ona üzülürüm. Bazı günler gözlerinin uzaklara dalıp gitmesinin sebebinin memleketten gelen tatsız bir haber olduğunu anlarım. Maaşını durmadan arttırırım. İzin günlerinden geç döndüğünde neredesin diyemem. Soğanları doğrarken, bezelye ayıklarken, gömlek yakalarını dikkatlice ütülerken gözünü ayırmadan izlediği pembe dizilere gıcık olmak yerine bir sonraki bölümde ne olacağını merak etmeye başlarım. Aramızdaki mesafe giderek kısalır. O da bana sormaya başlar. Neden bu kadar asık suratın derse? Bunca kıyafeti neden sürekli deneyip çıkarıyorsun ve birinin içinde bile kendin gibi hissedemiyorsun derse? Bebekten sonra ben artık ben değilim, diyebilir miyim? İçine girebildiğim kıyafetlerin içinde bile sanki kendimden kalanları yemişim de içime oturmuşlar gibi şişim, desem. Gece uykularımı geri istiyorum ama nereye müracaat edeceğimi bilmiyorum, desem. Bazen sabah uyandığımda akşama kaç saat kaldığını hesap ediyorum ve kolumdaki saate yelkovandan daha aşinayım, desem. Kafamın içinden her türlü yapılacaklar listesini çıkarıp atarken, bütün insanlığı da kuyruğuna bağlayıversem, evin içinde hiç ses olmadan saatlerce otursam, bomboş duvarlara bakıp, sıkılınca istediğim yere kıvrılıp uyusam diye geçiyor aklımdan desem, ayıp mı olur? Sonra da ayaklarına kapanıp kısa bir sinir krizi geçirsem, dişlerimin arasından sen olmasan tek başıma temizlik, yemek, çocuk, iş... nasıl başa çıkarım, sakın gitme desem. Bir yabancıya.
Okuyup bitirdiğim kitapları kitaplığın koyduğum rafından alıp rastgele bir kaç sayfasını okuyan, her sabah içtiğim kahveye ne kadar süt koyacağını, hangi pantolonun altına hangi ayakkabıyı giydiğimi bilen, gözlerimin altının çöktüğü uykusuz sabahlarda kucağımdan bebeği alırken, usulca, gidin uyuyun, ben bakarım, diyen, don sütyen dolaşırken gördüğünde görünmezmişim gibi kafasını çeviriveren biri. Yabancı biri.
Köfteleri koydum dolaba, dinleniyorlar. Salatayı daha sonra yaparım. Çorbası da hazır bebeğin, diyor. Boş zaman, uzaktan hızlıca atılmış bir top gibi. Göğsümde yumuşatıp, bir biberona sağıyorum. Bunu uyanınca içirirsin, diyorum. Ben, ben, biraz odadayım. Ne yapıyorsun odada, demiyor. Kimse demiyor. Bütün dünya kendi işinde gücünde. Kendi evimde, neyden saklandığımı bilmeden odaya girip, kapıyı sessizce kapatıyorum. Panjurları indiriyorum. Yatak örtüsünün üzerine uzanıyorum. Boynum ağrıyor. Yattığım gibi uyku bastırıyor. Uyusam mı, diye düşünmüyorum. Uyumayı aklıma getirmiyorum. Uyku sanki vücudumun bir yerinden çıkıp elleriyle göz kapaklarımı kapatıyor. Daldığım anı asla hatırlamıyorum. Uyandığım gibi içimde bir yer hop ediyor. Korkuyla saate bakıyorum. Odadan çıkıp bebek odasına gidiyorum. A. bebeğe kitap okuyor. Baktım odaya uyuyordun, diyor.
Kızgınım ona. Anne olma işini bana bıraktığı için kızgınım. Hormonları onu bambaşka birine çevirmediği, derisi esneyip sarkmadığı, memeleri sızlayıp şişmediği için sinirliyim. Hayatımızdan çok memnun olduğu, iyi ki yaptık bu çocuğu deyip durduğu için haksızlığa uğramış hissediyorum. Yorgun musun, diyor. Yabancı biri gibi. Geceleri kaç defa uyandığımı bilmiyormuş gibi. Gözlerimin altındaki mor halkaların gün geçtikçe koyulaştığını, kaz ayaklarımın derinleştiğini ve tavşan uykularının sinirlerimi ok gibi gerdiğini görmüyormuş gibi. Dilimde kelimeler birbirine dolanıyor. Yorgun değilim, diyorum. Yok canım, değilim. Yorgun olacak ne var. Ne var yorgun olacak. Yorgun olacak ne var, ne. Neden yorgun olayım ben. Neden olayım? Yorgun olunacak ne var. Ne. Sanki dağarcığım tükeniyor.
Köfteleri pişirdin mi, diyorum. Yok, diyor. Yapmadın mı hâlâ, saat yedi oldu. Taze fasulyeyi pişirdim, salatayı yaptım, çamaşırları topladım, bulaşık makinesini boşalttım diye saymaya başlıyor.
Tamam, ver tavayı bana, sen sofrayı hazırla, diyorum.